Bugünlerde medyada arkeoloji haberlerinin ele alınış biçiminin sıklıkla tartışma konusu olması bu alanda uzmanlaşmış muhabir-editörlerin önemini açığa vuruyor. Ancak Türkiye’nin uzun yıllar arkeoloji, kültürel miras politikaları, yurtdışına kaçırılmış eserler gibi konuları takip eden, yazdığı haberlerle Türkiye’ye birçok eserin geri dönmesini bizzat sağlamış uzman bir araştırmacı gazetecisi de var. Özgen Acar, neredeyse yarım asırdır yazılı basında birçok gazetede muhabirlik, köşe yazarlığı yapmış deneyimli bir gazeteci. Ankara’daki evinde ziyaret ettiğimiz Acar, büyük bir nezaketle sorularımızı yanıtladı.
Hayatı, haber dosyaları, kendisinin açığa çıkardığı arkeolojik eserlerin kaçırılma hikayeleriyle bir araştırmacı gazetecilik portresi olarak Özgen Acar:
Nur Banu Kocaaslan: Türkiye’de yaptığınız tür gazeteciliğin pek benzeri yok ve aslında siz ilk temsilcisisiniz. Meslek hayatınız boyunca özellikle arkeolojik eser kaçakçılığı konusunda sayısız habere imza attınız, yurtdışına kaçırılmış eserlerin hem fark edilmesini sağladınız hem de bu eserlerin geri getirilmesine katkıda bulundunuz. Bunlardan biri de Lidya Hazinesi oldu. Bu hikâyeden bize biraz bahsedebilir misiniz?
Özgen Acar: Elbette, 1970 yılında bir İngiliz gazeteci Peter Hopkirk Ankara'ya geldi. İngiliz Büyükelçiliği'ndeki basın bürosuna sormuş, “Ankara'daki en iyi arkeoloji muhabiri hangisidir” diye. Bırakın 1970'i, bugün dahi yok gazetelerde. Fakat benim özel merakım vardı, birisi demiş ki “Ya Özgen'in merakı var, onu ara”. O da beni aradı, durumu anlattı, dedi ki, "Türkiye'den kaçırılmış bir hazine var, New York'ta, New York Metropolitan Müzesi'nde gizlice saklanıyor. Bu hazinenin ben peşine düştüm, sen Türk’sün bu olayları, sen Türkiye'yi izleyeceksin, birlikte izleyeceğiz, ben İngiltere'de sen Türkiye'de, bu olayları haberleştireceğiz." Aradık taradık bir şey bulamadık, kimse bir şey bilmiyor.
Onun üzerine Eski Eserler’e gittim – ki o zaman Milli Eğitim'e bağlıydı - dönemin milli eğitim bakanı Prof. Orhan Oğuz’a anlattım durumu. "Olmayan bir hazine hakkında nasıl konuşurum” dedi. "Efendim size varsayımlı bir soru sorayım" dedim, "Peki" dedi. "Efendim Türkiye'den bir hazine kaçırılmışsa, eğer bu hazine New York'a kaçırılmışsa, eğer bu hazineyi New York Metropolitan Müzesi almışsa, eğer bunu müze sergilerse, siz bakanlık olarak ne yaparsınız?"
Adam güldü, devam etti, "Eğer Türkiye'den bir hazine kaçırılmışsa, eğer Metropolitan Müzesi’ne kaçırılmışsa ve günün birinde sergilenirse, o zaman New York'ta dava ederiz" dedi.
Ondan sonra Peter Horpkirk'e anlattım durumu. Peter gitti gazetesine, Sunday Times'a sekiz sütuna manşet attı, "Türkler Karun Hazinesi'ni geri istiyor" diye. Ben de Cumhuriyet'te bu olayı özetleyebilecek şekilde yazdım, çünkü ortada fol yok yumurta yok. Fakat hazinenin adını Peter Horpkirk koydu, aslında içinde Lidya Hazineleri var, Pers hazineleri var, çeşitli dört tümülüsten çalınmış eserler var.
Ondan sonra ben bunun peşine düştüm. Uşak, Manisa'nın köylerini dolaştım. Orada yerel halkla konuştum. Öyle ki bir köyde konuşuyorum, hemen öteki köydeki falancayı ihbar ediyorlar, "Git onunla konuş, o bilir bu işleri" falan gibilerinden. Böylece öyle böyle yıllarca araştırmam sürdü.
Sonra günün birinde, yazıyorum çiziyorum kimseden bir hareket yok, dönemin turizm bakanı Mesut Yılmaz, dosyayı eline aldı, kalktı dönemin başbakanı Turgut Özal’a gitti, durumu anlattı. Bütün konu Amerika'da dava açmak. Çekiniliyor Amerikan hükümetinden. Mesut Yılmaz, Özal'a sordu, “Ne yapalım” diye. Özal'ın tipik cevabı "Kaça mal olur dava" dedi. "1 milyon dedi", "Açın o zaman" dedi. Yani siyasal tarafı falan önemli değil, önemli olan "Bunu açın". Turgut Özal'ın talimatıyla dava açıldı, yedi sekiz yıl sürdü. Sonra Türkiye'ye geldi. Ve Uşak Müzesi'nde sergilenmesine başladı. Orada müzeden bir parça, kanatlı deniz atı çalındı, sonra Almanya'da bulundu, tekrar Türkiye'ye kazandırıldı. Şimdi Uşak'ta sergileniyor, Uşak'a yeni bir müze yapıldı. Karun Hazinesi de şimdi orada sergileniyor.
'Bir gün vitrinde köylülerin tarif ettiği eseri tanıdım'
NB: Eserlerin New York'ta sergilenmesi de hemen fark edilmiyor değil mi, zaman alıyor?
ÖA: Hayır fark edilmedi, yine ben fark ettim. Birkaç kez gittim, baktım sergilenmiyor. Bir gün yine gittim müzeye bir baktım, vitrinin birinde 'Doğu Yunan Eserleri' diyor, 'East Greek' Yunanca Anatolie demek, 'Doğu Yunan'. Anatoliki 'Doğu'ya ait' 'East Greek'. Akıllılık yapmış müze, buna Anadolu dememiş, Doğu Yunan demiş. Adalar da olur, Türkiye de olur, Yunanistan da olur, gelişigüzel.
Onun üzerine orada tanıdım bir iki eseri. Tanımamın sebebi de köylülerle konuşmamda onlar bana tarif etmişti. "İşte şöyle kap var, üzerinde sakallı insan başları var şöyle böyle..." Baktım aralarında bu duruyor ve anladım ki bu o. Onun üzerine olayı büsbütün yazdım, zaten ondan sonra Mesut Yılmaz devreye girdi.
NB: Dava sürecinde de bildiğim kadarıyla zaman aşımına girmemesi sizin haberleriniz sayenizde oluyor. Çünkü davanın hakimi zaman aşımı olamaz çünkü gazetecinin yazdığı zamandan itibaren süreç başlamıştır diye bir karar alıyor.
ÖA: Efendim olay şöyle, dava yıllarca sürüyor. Karşı taraf iddia etti, baktı kaybedecek, ondan sonra, karşı tarafın avukatları zaman aşımını öne sürdü. Ondan sonra bizim Amerikalı avukatlar da mahkemeye benim yazılarımı belge olarak verdiler, "Türk hükümetinin bilgisi ancak Milliyet gazetesinde çıkan haberle olmuştur, onun için zaman aşımı o tarihten sonra başlar” diye. Yedi gün süreyle röportaj olarak yayınlandı Milliyet’te.
Karşı taraf davayı kaybedeceğini anlayınca, davanın sonuna kadar gitmedi, çünkü giderse kaybedecek, kaybettiği zaman diğer müzelerden, özel koleksiyonculardan, Amerikalı antikacılardan müzeye baskı var. Bunu bir an önce ver, davayı kaybedersen öteki davalara emsal olur, onun için bir an önce ver, bir an önce ver, dolayısıyla dava sonucu beklenmeden Türkiye'ye geri verildi.
NB: Milliyet'te yaptığınız haberin tarihini hatırlıyor musunuz?
ÖA: 86-87.
NB: Eserler de uzun yıllar süren bir hukuk savaşıyla kazanıldı.
ÖA: Doğrudur, yedi sekiz yıl sürdü. Buradaki en büyük şansımız, Amerika'daki avukatların tarihsel miras konusundaki başarılarıdır. Vaktiyle Almanya'da Nazilerin kaçırdığı Amerika'ya götürülmüş eserleri alıp, üstelik Amerika'nın o dönemde tanımadığı Doğu Almanya'ya geri kazandırdılar. Amerika'yla ilişkileri yok, tanımıyorlar birbirlerini. Ama Doğu Almanya dava açtı, bu avukatlar Doğu Almanya'yı savundular. Dolayısıyla en büyük avantajlarımızdan biri de buydu.
‘Ben heykelin, müze bekçisi benim etrafımda dönüyordu’
NB: Yorgun Herkül heykelini New York Metropolitan Sanat Müzesi’nde sergilenmeye başladığında da ilk fark eden ve Türkiye’ye durumu bildiren sizdiniz. Bundan bahsedebilir misiniz?
ÖA: Efendim New York'ta dört yıl görev yaparken hemen haftada bir iki kez Metropolitan Müzesi'ni gezerdim, her gidişimde yeni bir şey görürdüm, yeni bir şey öğrenirdim. Kültür mirası bilgilerimi arttırırdım. Tabi burada sadece antika eserler değil, çağdaş eserler de var. Bir gidişimde de Shelby White Leon Levy adlı bir Amerikalı çiftin özel koleksiyonu geçici sergileniyordu. Açılışından ertesi günü gitmiştim. Geziyorum, kapıdan girince o özel bölümde Türkiye'den kaçırılmış birtakım Hacılar eserleri falan vardı. Onlardan pek çok dünyanın çeşitli yerlerinde var, yine görmeye gezmeye devam ettim.
Önüme Yorgun Herkül'ün üst kısmı çıktı. Şaşırdım, ben bu heykeli biliyorum dedim. O da ilginç, cam fanus içine almışlar, başka eserlerde yok, sadece onda var. Etrafında dönmeye başladım, bir ipucu bulur muyum diye. Bu arada çok matrak bir şey oldu. Ben etrafında dönüyorum bir ipucu bulurum diye, müze bekçisi de benim etrafımda dönüyor, bir şey mi yapacak bu adam diye. Heykel orada Güneş, ben Dünya, bekçi Ay rolünü oynayarak dolaşıyoruz. Millet de durmuş bizi seyrediyor, diğer ziyaretçiler.
Bir süre sonra fark ettim durumu, bıraktım, gittim. Kataloğu aldım, katalogdan fotokopiyi çektim. Ondan sonra Antalya Müze Müdürü Kayhan Dörtlük'e gönderdim faksla. On dakika sonra telefon ettim. “Kayhan” dedim, “Bu senin müzeden mi?”, “Abi nasıl bilmezsin. Kapıda duran yarım heykel var ya altı, bu onun üzeri. Arkadaşlarla konuştuk, tıpatıp bu” dedi.
Çok zevklendim, onun üzerine yayınladım. Çeşitli uzmanlardan görüş aldım. Burada ilginç olan, Profesör Jale İnan, Perge'de kazı yapan, telefonla konuştuğumda dedi ki, "Bak Özgen; bu Roma Heykeli, bunun 50 çeşit kopyası var. Bunlar genellikle düştüklerinde böyle kırılırlar, illa ki bunun parçası olmasına gerek yok" dedi. Nasıl üzüldüm, nasıl üzüldüm. Ondan sonra atladım uçağa geldim, sırf Jale Hoca'yla konuşmak için. Getirdim iki resmi de gösterdim böyle. Baktı, “Özgen tamam bu dörtlük dörtlük” dedi.
Ondan sonra baş savaşçı Jale İnan oldu, Türkiye'ye kazandırıldı, bütünleşti, Antalya Müzesi'nde sergileniyor. İşin ilginç tarafı, Antalya Müzesi'nde diğer getirdiğim başka eserler var, lahitler mahitler, en üst katta yüzyılın definesi sergileniyor ama halk gelip Yorgun Herkül'in önünde resim çektiriyor. Bu güzel bir olay.
‘Anadolu uygarlıkların kavşak noktasıdır’
NB: Sizin takip ettiğiniz bu haberlerden konumuz elbette bu eserlerin yurtdışına kaçırılışı, bu işin kaçakçılık boyutu oluyor. Türkiye'de tarihi eser ve kültürel miras eserlerinin kaçakçılığında farklı dönemler oldu. 1960'larda özellikle bir patlama yaşandı. Ve hala da farklı boyutlarda, farklı şekillerde sürüyor. Siz bu konularda uzman bir gazeteci olarak bu pazarı besleyen kanalları, pazarın dinamiklerini biraz anlatabilir misiniz?
ÖA: Tabi, şöyle bir şey söyleyeyim. Anadolu için bir köprü derler, Doğu ile Batı arasında. Bu kavram eksiktir, Anadolu bir kavşaktır. Karadeniz ile Ege arasındaki trafik unutulur. İnsanların yıllarca geçişi bakımından. Dolayısıyla Anadolu uygarlıkların kavşak noktasıdır. Dolayısıyla Anadolu'da adı bilinen 3 bin antik kent var. 20 bin tane höyük, 25 bin tane tümülüs var. Böylesine bir yer. Anadolu'nun zenginliği, nereye kazmayı vursan bir şey çıkıyor.
Bu zenginlikten dolayı 19'uncu yüzyılın başında oryantalistler Türkiye'ye gelince Türkiye'deki önemli yerleri kazdılar, British Museum'a, Berlin Müzesi'ne, Louvre Müzesi'ne götürdüler bunları.
Öyle kaldı ta ki cumhuriyet kuruluncaya kadar. Şimdi yıl 1921, Yunan ordusu Polatlı'ya kadar gelmiş, 90 km, Ankara'da top sesleri duyuluyor. O koşullarda Ankara’daki Meclis boşalıyor, Ankara boşaltılıyor, Ankara taşınacak, kağnılarla gidiliyor. O koşullarda Atatürk diyor ki, milli eğitim bakanına, “Bir hars müdürlüğü kurun”, yani kültür müdürlüğü. Savaş devam ediyor, Ankara boşaltılıyor, adam Ankara'da hars müdürlüğü kuruyor. Hars müdürlüğünün görevi Ankara'da bir müze açmak. Ve onun üzerine, Hacıbayram Camii'nin önünde eserler toplanıyor, Ankara içinden ve çevresinden. Ve yıllarca sonra bildiğimiz Anadolu Medeniyetleri Müzesi kuruluyor. Giderseniz müzeye bugün kapısında kuruluş tarihi 1921 yazar.
Dolayısıyla Atatürk'le bu kaçakçılık olayı önlenmişti ve koruma altına alınmıştı. Türkiye'de çeşitli müzeler ve bizzat kazılar başlamıştı. Mesela Alacahöyük kazısını o başlatmıştı Türkiye'deki ilk Türkiye kazısı. İstanbul'da Dolmabahçe'de hasta yatıyor, kalkıyor diyor ki yaverlerine “Bana trenimi hazırlayın kazıya gideceğim”. Hasta yatıyor, doktorlar engelliyorlar gidişini Atatürk'ün.
‘Bir tarihsel miras mafyası türedi’
1950’lere gelelim. Marshall planı çıktı, Amerikan yardımı. Amerikan yardımıyla karayolları teşvik edildi ve köylü traktöre teşvik edildi pulluk yerine. Ne oldu, pulluk yerine traktör daha derin kazıyor, karayolları kepçeleri, dozerleri daha derin kazıyor. Kazdıkça birtakım eserler çıkmaya başladı. Ondan sonra bu eserler 1950 ile 1960 yılları arasında Kapalıçarşı'ya gitti. Çünkü Kapalıçarşı altın yeri, altın merkezi, mücevher merkezi. Dolayısıyla oraya gidiyor, oradan da yurtdışına kaçırılmaya başladı.
İstanbul'da ilk kez bir tarihsel miras mafyası türemeye başladı. Öyle ki bir köylü bir şey bulduğu zaman ilçedeki ya da ildeki kuyumcuya götürüyor, kuyumcu götürüp İstanbul'daki o mafyaya satıyor, oradan yurtdışına kaçırılıyor. Olayın gelişmesi bu oldu ve ondan sonra millet heveslendi. “A o buldu ben niye bulamıyorum”.
Mesela Karun Hazinesi'nde 1965 yılında Uşak'ın bir köyünde Mıdıklılı Ahmet bir define buluyor, bir tümülüsü soyuyor, bir şeyler buluyor ve köylüler 10 kişi paylaşıyorlar bunları. Altlarına arabalar alıyorlar, evlerini düzüyorlar falan. Bu arada ilginç olan bir tarafı, öteki köylerdekiler bu köyün zenginliğine şaşırınca, köyün kadınları da kocalarına başlıyor söylenmeye. "Ya Mıdıklılar kadar olamadınız da, bir hazine bulamadınız da, bir define bulamadınız da" diye. Onlar da başlıyorlar bir define aramaya ve bu Karun Hazinesi'nin bulunmasına yol açıyorlar. Dolayısıyla bu örnek oluyor bütün köylerde Türkiye'de. Kulaktan kulağa, işte falanca buldu ben niye bulamadım. Bundan dolayı definecilik, kaçakçılık arttı, günümüzde de devam ediyor maalesef.
‘Bırakın köylü üç beş kuruş kazansın, diyorlar’
NB: Günümüzde nasıl trendler mevcut?
ÖA: Bu konuda defineciler çok teknik çalışmaya başladılar. Eskiden kazma kürek bilmem ne yerine, işte metal dedektörlerle kullanıyorlar. Hatta daha da ileri gidiyorlar, yeraltı sismik aletleri arabalarının jiplerinin altına takıp arazide jiplerle dolaşıp kazı yapıyorlar. Böylece teknolojik gelişmeyi sağladılar.
Şimdi ilginç olan tarafı metal dedektörlerin yasaklanması lazım. Önemli olan tarafı bu. Fakat bugün gidin, televizyonlarda reklamları oluyor, basında reklamları oluyor ve internette özel siteleri var.
Bu arada metal dedektörleriyle ilgili ilginç bir olay, zaman zaman kültür bakanları değiştikçe kültür bakanlığının ilgili dairesinin hazır olan kanun tasarısını bakana veriyorlar. Efendim bu yasayı bakanlar kurulundan geçirin diye. Geçirin dediği de şu, ‘metal dedektörler yasaklanmıştır’.
Bakanlar kuruluna geliyor, orada tartışılıyor, bakanlar diyor ki “Ya bırakın köylü üç beş kuruş kazansın” diyorlar. Bakanlar kurulunda da bu nedenle daima reddedildi. Maalesef.
Şimdi bununla da yetinmediler. Biraz evvel söylediğim gibi özel sismik aletler kullanmakla kalmadılar, dernekler kurmaya başladılar. Özel dernekler kuruyorlar. Ya buna önce İçişleri Bakanlığı'nın izin vermemesi lazım. Valiliğin engellemesi lazım, kaymakamlığın engellemesi lazım. Ya göz göre göre define hırsızlığı, devletin malı. Bugün çalınacak üç kuruşa, sonra 3 milyon dolara geri alacaksınız.
‘Emniyet içinde ayrı bir örgüt kurmak lazım’
NB: Kültür varlıklarının korunması ve kaçakçılığının önlenmesi için ne tür önlemler alınmalıdır peki sizce? Örneğin 2863 sayılı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunu yeterli midir? Kanunlar dışında ekstra önlemler alınabilir mi?
ÖA: Birinci ölçüde şunu söylemek lazım. Müzelerin personelini takviye etmeli. Müzeciler arkeolog değildir, şunu söylemek istiyorum, aslında arkeoloji eğitimi almışlardır ama bir yerde kurtarma kazısı diye müzeyi bırakıp gitmemeleri lazım. Onların görevi müzede sergilemek, halkı eğitmek, yayın yapmaktır. Bugün müzecilerin çoğu arazide çalışıyor, kurtarma kazısı yapıyor. Bunun için ayrı bir örgüt kurmak lazım, kurtarma kazıları için. Bir çeşit itfaiye gibi olacak, bir yerde bir şey olduğu zaman bölge itibariyle o bölgedeki ekip gidip o bölgede kazacak. Dolayısıyla müzeci müzede olacak. Dolayısıyla bakanlığa personel alınması lazım. Bakanlık müzelere yılda 10 kişiden fazla almıyor ama Diyanet İşleri Başkanlığı yılda 2 bin kişi alıyor.
Diğer bir olay da kaçakçılık konusunda, bugün pek çok arkeoloji mezunundan polis olanlar var. Bu polisleri içeride örgütleyip ayrı bir örgüt kurmak lazım. Eski eser dediğimiz, tarihsel, kültürel, miras kaçakçılığını önlemeye yönelik çalışma yapacaklar. Çünkü konuyu biliyorlar, arkeoloji nedir, tarihsel miras nedir, dolayısıyla olayı izleyebilecekler. Dolayısıyla bir de polis içinde böyle bir örgütlenmeye gitmek lazım.
NB: İtalya'daki özel birim gibi mesela.
ÖA: Evet, onlar askerle jandarma polis arasında bir birlik. Gerçekten çok çok önemli bir birlik o, gerçekten önemli. Doğru.
‘Yazları arkeologlar, kışları yerli halk kazıyor’
NB: Öte yandan arkeolojik varlıkların korunmasında, kaçakçılığın önlenmesinde, tüm odak eserlerin yurtdışından iadesine yöneliyor. Ancak arkeologların da önemle vurguladığı şey, arkeolojik kontekstin ve bilginin kaçak kazılarla yok edilmesi. Ve buna da sebep olan şey define kazıları, definecilik faaliyetleri. Bu konuyla ilgili yeterince önlem alınıyor mu sizce?
ÖA: Yeterince değil hiç önlem alınmıyor. Eskiden dağ bayır kazılırken şimdi arkeolojik alanlar kazılıyor. Mesela yaz aylarında arkeologlar kazıyor, kış aylarında ya da sonbaharda yerli halk oralarda kazı yapıyor. Ben de orada bir şey bulur muyum kaygısıyla. Dolayısıyla şimdi burada, kazılarla ilgili bazı yerlerde bekçiler olması, 24 saat değişecek bekçiler olması lazım. Ama her yerde bekçi yok, bazı yabancı kazılar kendi bütçelerinde buna imkan sağlıyorlar ama yeterli değil tabi.
‘Türk medyasını suçluyorum’
NB: Bu biraz daha bir gazetecilik sorusu olacak aslında. Siz de daha önce bahsettiniz, yakın zamanda en çok izlenen ana akım kanallardan birinde bir defineci ünvanlı bir kişi çıktı ve defineciliği bir meslekmişçesine püf noktalarını anlattı. Programda dedektör tanıtımı da yapıldı. Yine yakın zamanda defineci derneği kurulduğu basına yansıdı. Bu noktada medyanın bu kadar özendirici bir dil kullanmasını bu konuda uzman bir gazeteci olarak nasıl değerlendiriyorsunuz?
ÖA: Samimiyetle söylemek gerekirse, ben bu konuda Türk medyasını suçluyorum, çok bilgisizce hareket ediyorlar. Televizyona sadece defineci çıkarmakla kalmıyorlar, bir programda vaktiyle Hazreti İbrahim’in putları nasıl kırdığını anlatıp, Göbeklitepe’deki kalıntıları hedef gösteriyorlar. Şimdi oradaki cahil halk put diye gidecek, aşırı yobaz birisi kıracak onu. Bir de televizyonlarımızın yaptığı, medyamızın yaptığı böyle hatalar var. Mesela gazetelerimizde jandarma ya da polis bir yerde kaçakçıyı yakalıyor eserler var üzerinde. Diyelim ki taş çatlasın müzeye götürdüğünde 10 bin lira alacak. Gazetede haber çıkıyor, polis 2 milyon liralık eser yakaladı. Bu milleti heyecanlandırıyor, vay anasını, adam 2 milyonluk eser yakalamış, enayi, kaçırdı. Özendiriyor. 2 milyonluk falan da değil topu topu 10 bin lira etmez.
NB: üstelik kim biçiyor bu fiyatları bu eserlere?
ÖA: Gayet tabi, gayet tabi. Şimdi burada başka şey daha var. Sanıyorum bunu yakalayanlara ikramiye veriliyor, ikramiyeler de bu değer üzerinden veriliyor. Dolayısıyla ne kadar palavra atarsan o kadar ikramiye alabilirsin herhalde.
NB: Eklemek istediğiniz hem arkeologlara hem gazetecilere tavsiye niteliğinde bir şey var mıdır?
Arkeologlara tavsiyem olamaz çünkü onlar bilim insanları. Meslektaşlarıma var, ne yapıp yapsınlar ilk fırsatta bulundukları illerde, ailelerini de alıp müzeleri gezsinler, ören yerlerini gezsinler, orada neler olduğunu görsünler. Ankara’nın nüfusu 5.5 milyon. 5.5 milyonda 55 bin kişinin Ankara Anadolu Medeniyetleri Müzesi’ni gezmiş olduklarını sanmıyorum. Meslektaşlarım da birtakım basın toplantıları falan olduysa gitmiştir, onun dışında merakla gitme, inceleme olayı falan olmuyor. Dolayısıyla bulundukları illerde tarihsel, kültürel, dinsel mirasın korunmasına katkı için önce bu müzeleri, ören yerlerini gezsinler, bu konulardaki yayınları izlesinler.