Prof. Dr. Mehmet Özdoğan elli yılı aşkın süredir Anadolu Neolitik kültürü ve bu kültürün Avrupa'ya aktarım modelleri üzerine çalışan, büyük bir tutkuyla kazı çalışmaları yapan, Türkiye'nin en saygın ve üretken arkeologlarından biri. SARAT'ın sunduğu Arkeolojik Varlıkların Korunması ve Kurtarılması Online Sertifika Programı içindeki söyleşisi için bir araya geldiğimiz Özdoğan, SARAT Proje Koordinatörü Gül Pulhan'ın sorularını yanıtladı.
"Arkeolojik dolgular birer arşivdir, öyle bir arşiv ki uygarlığın belleğidir" diyen Özdoğan'ın sorularımıza verdiği ufuk açıcı cevapları bu röportajda:
Gül Pulhan: Bugün Prehistorya Profesörü Doktor Mehmet Özdoğan’ın evindeyiz. Pek çok insan için Mehmet Özdoğan, Mehmet Ağabey’dir, benim için de öyle. Onu tanıtmak çok zor ama yine de kendisinden bize yaptığı arkeolojik çalışmalar ve kariyeri boyunca kovaladığı sorular çerçevesinde kısaca bir özet rica edeceğim.
Mehmet Özdoğan: Öncelikle çok teşekkürler. Benim için güzel bir vesile bu ve burada olmanız bana ayrıca mutluluk veriyor. Ben bir arkeoloğum. Arkeoloji de çok geniş bir alan tabi. Benim de esas uzmanlık alanım, daha dara indirirsek prehistorya, tarih öncesi arkeolojisi. Tarih öncesinde de iki buçuk milyon yıl. Onu da biraz daha ufaltırsak benim uzmanlık alanım, bizim Neolitik dediğimiz, ders kitaplarında çok yanlış olarak Cilalı Taş Devri diye geçen, ilk defa insanların yerleşik yaşama, besin, tahıl üretimine, çiftçiliğe başladığı dönem. Bu dönem nerede, niye, ne zaman başladı ve nasıl dünyaya yayıldı, neden dünyaya yayıldı, dünyaya yayılırken neler değişti, dünyaya yayılırken neler oldu, nasıl değişimler geçirdi, benim uzmanlık alanım bu.
Bunun başladığı nokta Güneydoğu Anadolu çünkü özellikle yabani ataların olması lazım, buğdayın, arpanın, çavdarın, domuzun, koyunun, bütün çiftlik hayvanlarının. Hepsinin ortak olduğu bir yer var, Güneydoğu Anadolu, Kuzey Suriye. Orada başlıyor. Bir zaman sonra - üç bin yıl - oradaki kültür geliştikten sonra, tarım evcilleşiyor, yerleşik yaşam kurallarına geliyoruz, sonra bu dünyaya yayılmaya başlıyor. Bütün değişik şekillerde, farklı paketlerle, farklı yollardan yayılıyor. Bunlardan bir tanesi de Avrupa’ya geçiyor. Ben 38 sene Güneydoğu’da çalıştım, yani bunun çekirdek bölgesinde, ondan sonra da bunun çeperi dediğimiz, veyahut taşrası diyebileceğimiz Trakya’ya geçtim. Çünkü orası Avrupa’ya gidiş yolu. Neden benim için ilginç? Çünkü Anadolu’nun yarı kurak ortamından gelip yağışlı bir orman ortamına giriyor, orada kültürel bir değişim oluyor ister istemez. Anadolu’daki kültür, gelen tarım, çiftçi kültürü orada bir değişim geçirecek ve oradan İngiltere’ye kadar, İskandinavya’ya kadar giden model orada gelişiyor. 25 yıldır zaten Trakya’dayım, 27 yıl oldu hatta. Trakya bir yerde Anadolu’nun taşrası ama Avrupa uygarlıklarının çekirdeği, benim için heyecan verici olay o değişimi görmek, yaptıklarım da aşağı yukarı bunlar.
GP: Bir yerde bir çekirdekten öbür çekirdeğe giderek bu tarıma geçişi izliyorsunuz. Bir de sizin bu arkeolojik sorunun araştırmasını yapmak kadar arkeolojinin kendi ve korunmasıyla ilgili de yazdığınız, herkese yol gösteren pek çok yazı ve konferansınız var.
MÖ: Esas alanım biraz önce de söylediğim Neolitik devrin yayılması ama onun yanı sıra esas benim kendimi iddialı olarak gördüğüm alanlardan biri kültürel miras yönetimi yani koruma. Gerek Çayönü gerek şu anda çalıştığımız Kanlıgeçit ve Aşağıpınar’da onu değişik modelleri denedik ve Türkiye’de sanırım tuttu onlar. Bir de bunun yanında çevresel arkeoloji diyebileceğimiz, arkeolojinin doğayla olan ilişkisi ve arkeoloji politikaları.
Arkeoloji düşünsel zenginlik verir, zaman laboratuvarı gibi
GP: Şimdi belki biraz koruma ve kültürel miras kısmıyla bağlantılı olacak bir soru soracağım; arkeolojik varlıkların korunması ve sürdürülmesi niye önemli?
MÖ: Birçok bakımdan önemli ama bunların temelinde ilk olarak, bugünkü yaşamımız var. Bu dünyaya yönelik bir zaman ölçeğinden baktığımız zaman, bir gelişme, bir süreç var ortada. Bugünkü yaşam nasıl belirlendi, neydi belirleyen? Önemli olan bugünü anlayabilmek ve bugünden ileriye projeksiyon yapmak demeyeceğim ama ileriye dönük bir tasarımı düşünmek, yani insanın yaşamını düşünmesi. Nasıl bu hale geldik? Yani bugünkü yaşamımız, bir binada oturuyoruz, kentlerde oturuyoruz, bir devlet var, bir ekonomik sistem var, belli aletleri kullanıyoruz, belli teknolojileri geliştirmişiz. Bütün bunların bugüne kadar nasıl geliştiğini anlayabilmek, belirli bir düzeyde anlayabilmek en azından ve dünyadaki çeşitliliği görmek. Doğal çevre, insanın yaşadığı ortamla beraber. Yani bir yerde arkeoloji düşünsel zenginlik veren bir şey diyorum buna; zaman laboratuvarı gibi.
Arkeoloji insanların kendine bakış açısını, çevresine bakış açısını değiştiren, dünyaya bakıp kendilerini zenginleştirebildiği bir alan. Çok uzatmayacağım ama geçmişe bakan birçok alan var tabi; geçmişi sorgulayan tek arkeoloji değil. Tarih var, dilbilim var, antropoloji var, bir sürü alan var. Arkeolojinin bunlardan bir tek farkı, biz somut verilere dayalı bir geçmişi çıkartıyoruz. Öteki, tarih mesela eskiden ne yazmışlar onları çıkartır. Biz insanların bıraktıklarıyla ilgileniyoruz. Mesela bizim için attığı çöp, bıraktığı heykelden daha önemli; çünkü ne yediğini bize gösteriyor, çevresini gösteriyor.
Onun için bir yerde arkeoloji mesela sanat tarihinden, mimarlık tarihinden, tarihten çok farklı bir bakış açısıyla bize insanı ve çevreyi gösteriyor. Ve buna, daha küresel ölçüde bakarsanız, Çin’den, Amerika’dan, Afrika’dan, Avustralya’dan itibaren her yerde farklı şekillerde farklı sonuçları görüyoruz ve bu heyecan verici geliyor bana. Bu mesajı topluma verebildiğimiz takdirde yaptığımız işin bir anlamı var yoksa öteki zaman turistik olarak müzeleri gezdirmekse zaten müzelerin depoları ağzına kadar dolu ve yeni kazı yapmaya da bence gerek yok.
GP: Ama her yeni kazıyla o geçmişe yönelik bir parça daha tamamlanıyor.
MÖ: Tabi mesela ben öğrenciyken doğru bildiğimiz birçok şeylerin doğru olmadığını, daha farklı şekillerde olduğunu şimdi görüyoruz. Bir de tabi sadece kazı yapmakla bitmiyor, çıkan malzemeyi değerlendirecek diğer bilim dallarının gelişmesi de bize yeni imkan, olanaklar sağlıyor. Eskiden bir kemik bulduğumuz zaman kemikten adamın boyu nedir, iskelet tipi nedir, ona bakılırdı. Daha sonra kemikten hastalıkları öğrenmeye başladık yani kemiği inceleme yöntemleri gelişti.
Bugün insan DNA’sından saçının rengine kadar söyleyebiliyoruz veyahut bu adam neyle beslenmiş, otla mı beslenmiş, et mi yemiş, ne kadar et yemiş, balık yemiş mi gibi, bunları çıkarabiliyoruz. Yani elimizdeki araçlar diğer bilim dallarından gelen bilgiyle zenginleştiği için her yeni kazıda, her yıl yeni bir bakış açısı gelişiyor. Bilim zaten durağan değildir. Onun için bize, dünyaya, geçmişe bakış açımız, elimizdeki mevcut imkanlarla, olanaklarla gelişiyor. Ama aynı zamanda bir yapboz gibi düşünmek lazım. Aynı malzemeye beş sene sonra bakarsak çok farklı şeyler göreceğiz ve dünya içindeki yerine farklı konumda girecek.
Arkeolojik dolgu uygarlığın belleğidir
GP: Tam bu söyledikleriniz nedeniyle arkeolojik varlıkların korunarak devam etmesi çok önemli çünkü bugün yapmadığımız bir çalışmayı belki elli yıl sonra çok başka bir şekilde yapma şansı olacak.
MÖ: Bence zaten arkeolojik dolguları ister höyük olsun ister kentin içindeki dolgu olsun, bir arşiv gibi düşünmek lazım. Öyle bir arşiv, öyle bir kitaplık gibi düşünmek lazım ki, çok önemli şeyler olduğunu biliyorsun kitaplıkta, biri girmiş, parçalamış, bazı sayfaları çalmış, yok etmiş, yakmış ama bir kısmı orada ama karmakarışık. Ne olduğunu bilmiyoruz içinde ama önemli bir şeyler olduğunu da biliyoruz. Bu nedenle her arkeolojik dolgu kendi içinde bir arşivdir, bir kitaplıktır. Yani uygarlığın belleğidir, insanlığın belleğidir.
Tabi günümüzün yaşamının da sürmesi lazım, hepsini yerinde korumak mümkün değil, doğru da değil bir yerde. Bugünün yaşamının da sürmesi lazım ama o bilginin kaybolmaması gerek. Ya o ya o diye seçim yaparak değil, bunu bütünleştirerek, birlikte belli bir bugünün bir yaşam (geleneği) varsa oradaki kültür varlığının, bilginin çıkartılması, o sayede o bilginin elde edilmesi ve günümüzde yaşayanları rahatsız etmemesi gerekiyor geçmişin.
Başka yerlerde olmayan bilgi Anadolu’dadır
GP: Bu söyledikleriniz çok kıymetli. Herhalde bir gazete çıkarıyor olsaydık, manşetimiz arkeolojik dolgu insanlığın belleğidir sözü olurdu. Buradan daha Türkiye’ye dönük bir soruya geçeceğim. Türkiye’nin arkeolojik varlıklar açısından çok zengin olduğu hep söylenir, bununla iftihar edilir. Peki Türkiye’nin arkeolojik varlıklarının özelliği ne? Onu farklı kılan ya da özel kılan nedir?
MÖ: Bu soru için çok teşekkürler. Buna iki türlü cevap vereceğim müsaade ederseniz. Bunlardan bir tanesi, Amerika kıtasını bir kenara bırakırsak, dünyanın her yerinde 1 milyon yıldır insan var. Her oturduğu yerde de bir kalıntı bırakmıştır ve hepsi kendi içinde değerlidir, hepsi insanların/insanlığın belleğidir.
Anadolu’da daha fazla oturdu, Sibirya’da oturmadı değil. Sibirya’da da Anadolu’da da aynı miktar insan yaşamış. Bunu Anadolu’yu küçültmek anlamında söylemedim ama yani sadece burada insan yaşamamış, bütün dünyanın her yerinde Afrika’dan çıktıktan sonra her yerinde en azından 1 milyon yıldır insan yaşamış. 40 bin yıldır da Amerika ve Avusturalya da dahil buna.
Şimdi Anadolu’nun bir başka önemi var. Dünya uygarlık tarihine baktığımız zaman belli kırılma noktaları vardır, dönüşüp uygarlığı sıçratan, daha sonraki dönemleri hazırlatan dönüşümler vardır.
Mesela bunların başında çok eskiye gidersek ateşin bulunması var, veyahut bir makina yapabilmesi, mesela bir ok. Bunlar bir sonraki dönemleri hazırlayan önemli kırılma noktalarıdır. Bunlardan bazı kırılma noktaları Anadolu’da gerçekleşmiştir. Bunlardan bir tanesi, Neolitik dediğimiz tarım ve yerleşik yaşam. İnsanlar başka yerlerde yerleşik yaşam kurmamış mı? Kurmuşlar, ama Anadolu’da kurulan yerleşik yaşam günümüzün köy, kent ve devletinin temelinin atıldığı bir sistemi getiriyor. Çünkü Anadolu’da kurulan sistem sadece tarım getirmiyor, sadece besin üretimini getirmiyor; artı ürünün artı değere dönüşmesiyle gelen bir yeni ekonomik sistemi, sosyal sistemi, tapu, mülkiyet, aile ilişkileri, ticaret, ordu, bürokrasi, onu koruyacak ne varsa hepsinin çekirdeği. Yani bugünkü uygarlık, daha doğrusu endüstri devrimine kadar olan uygarlıkta ne varsa onun tetiği burada çekiliyor. O sistemi anlamak için Anadolu kritik bir önem sahip.
Aynı zamanda az evvel de belirttiğim gibi, bu dönemin önemi sadece Güneydoğu Anadolu ve Kuzey Suriye’den ileri gelmiyor. Anadolu’nun çeperine gittiğimiz zaman yani Trakya’ya veya Ege’ye veyahut Kuzeydoğu Anadolu’ya, başka bölgelere giderken küresel bir model olarak ne değişti, onu da işte burada görebiliyoruz. Bu Anadolu’nun uygarlık tarihine yaptığı en önemli katkıdır. Başka yerlerde olmayan bilgi Anadolu’dadır; onun için çok değerlidir.
Onun dışında, ikinci konu devletin oluşumu. Hep kafamızda Mezopotamya devleti vardı. Bugün Anadolu’da kazıların sayısı arttıkça farklı bir model görüyoruz. Mezopotamya’da tapınak ekonomisine dayalı bir model varken Anadolu’da kral ve saraya dayalı bir ekonomik modelin geliştiğini, Batı Anadolu’ya geldiğimizdeyse tamamen farklı, sembolik kentlerle farklı bir devlet modeli olduğunu görüyoruz.
Bunlar Anadolu’da gerçekten daha sonraki uygarlıkların tetiğinin çekildiği yerler. Sanıyorum en önemlilerinden biri bu.
Biraz daha alt başlıklara inecek olursak daha sonraki dönemlerde yani tarih çağlarında, hepimizin bildiği Roma gibi dönemler var. Anadolu’nun doğal çevresinin zenginliğinin getirdiği başka bir avantaj var. Anadolu’daki ormanların, Anadolu’nun kendi içindeki iklim çeşitliliğinin, getirdiği bir zenginlik var. Anadolu bir mola bölge değil; artı değerlerin oluştuğu bir bölge. Buradaki anıtların büyüklüğü de bunun göstergesi. Anadolu’nun çevresindeki kültür bölgelerinde birbirlerinden çok farklı yerler var. Bir tarafta Akdeniz kültürleri, Karadeniz’den kuzeye step kültürleri, Balkan kültürleri, İran ve Orta Asya kültürleri. Onların karmaşası. Anadolu kültürel bir köprü falan değil. Anadolu bunların bir yerde yeni şekillerde kaynaştığı fakat, kendi içinde bir çeşitliliğin olduğu bir bölge, bir coğrafya. Bu da bence çok değerli, yani o çeşitliliği görebilmek. Her yerde o çeşitliliği göremezsiniz.
GP: Evet, tüm bunlar bizim de vurguladığımız arkeolojik varlıkların korunması ve değerinin anlaşılmasının önemini vurgulayacak felsefeyi bize sağlıyor. Bu değerli söyleşi için çok teşekkür ediyoruz.
MÖ: Ben teşekkür ederim bu imkanı verdiğiniz için. Kolay gelsin.